Bu mektup okuldan mı, tımarhaneden mi?
Günümüz çocuklarının şiddete en çok maruz kaldığı yer, ev ve okulu oluyor.
Onların evde uğradığı şiddet genellikle şefkatten kaynaklanıyor.
Anne BABAların, çocuklarının yanlış yapacakları kaygısı ile başvurdukları ilk yöntem maalesef “şiddet” oluyor.
Şiddet derken akla hemen “dayak” gelmesin. Zira, pedagojik olarak bakıldığında, psikolojik ve duygusal şiddet, fiziksel şiddetten çok da farklı değildir.
Bir annenin, ödevlerini yapmayan çocuğunu “Senden de, senin derslerinin peşinde koşmaktan da bıktım!” diye aşağılaması, çocuğun dayak yemesi kadar onur kırıcıdır.
Yetişkin tarafından böylesi aşağılanmaya maruz kalan çocuğun kalbinin atışını dinleseniz, yaşamınızda bir daha asla bir çocuğu incitmezsiniz.
Aşağılama, insan onurunun kaldırabileceği bir yük değildir. O yüzdendir ki çocuklar dayak yediği zaman ağlar, ama aşağılanan çocuk ağlamaz. Sıkar kendini. İşittiği sözlerin acısını duymamak için duyarsızlaştırır kendini. Kimi zaman “yılışıklığa” verir. Kimi zaman önemsemiyormuş gibi davranır… Ama aşağılanan bir çocuk, içinde koca bir ağırlıkla güne öylece devam eder. Ya da uzanır yatağına, öylece uyuyakalır.
Günümüz evlerinin birçoğu, çocukların sığındıkları bir liman olmanın aksine, çocukların zarara uğramamak için savaş verdiği bir alana dönmüş durumda.
Çocuk sadece evde mi zarara uğratılıyor? Keşke o kadarla kalınsa. Ama ya okullar?
Önceki gün, geceleri kâbusla uyanan ve son zamanlarda da altını ıslatmaya başlayan 8 yaşındaki bir kız çocuğu ile görüşme yapıyorduk.
Sordum: “Gece nasıl bir rüya gördüğünü hatırlıyor musun?”
Cevap, ne kadar masumca ve ne kadar berrak: “Ben ödevimi yapmam lazım ya… Yapamazsam öğretmenim sinirleniyor ya… Ben bazenleri rüyamda unutuyorum ödevimi yapmayı. O zaman korkuyorum öğretmenim bana kızacak diye. O zaman ağlıyorum. Ama uyanınca rüya olduğunu anlıyorum. Ama yine de ağlamak geliyor içimden, susamıyorum.”
Sizi bilmem ama ben böylesi konuşmalardan sonra oldukça garip bir acı duyuyorum ruhumda.
Evet, ben bir profesyonelim ve duyduklarımı hissetmemem gerekir belki. Ama insan olmanın gereği belki de. Böylesi aşağılanan bir çocuğun konuşmasını dinlerken gözlerine ve masum yüzüne bakıyorum. Bakıyorum ve içim çok acıyor.
Bilmem dikkatinizi çekti mi? Aksiyon’un geçen haftaki sayısında Murat Tokay imzalı bir haber vardı. Haberde ilkokul 7. sınıf öğrencisi bir çocuğun yetkililere kendi el yazısı ile yazdığı mektup şöyle başlıyordu: “Ben sınıfımı değiştirmek istiyorum. Çünkü 7/C sınıfında hep şiddet görüyorum. Sabahları okula endişe içinde geliyorum. Kendi kendime, dayak yiyecek miyim, yemeyecek miyim, diye… Şiddet görmekten bıktım, her yerde şiddet görüyorum, evde, okulda, sokakta... Artık ben de rahatça okula gelmek istiyorum. Ne olur Allah aşkına bana yardım edin.”
Eğitim böyle bir şey değil.
Tımarhaneden kurtulmak isteyen bir hastanın feryat figan yazdığı mektup gibi yetkililere mektup yazılan kurumlar değildir eğitim kurumları.
Daha minicik elleri ile kalem tutmayı yeni yeni öğrenmeye çalışan çocukların üzerine kara bir dev gibi gelip oturmak ve onu yaşamdan soğutmak değildir eğitim denilen şey.
Öğretmenlik ki hele böyle bir şey hiç değildir.
Üniversite giriş sınavında başka bir bölüm seçemeyince “Neyse, hiç olmazsa öğretmen olalım” denilerek yapılacak bir meslek hiç değildir.
Eğitim bir gönül işidir.
Duyarlılık işidir.
Meşgul olduğunuz şey taş değil ki. Çocuğun bizzat kendisi. Sınıf içinde azarlasanız, duyarsızlaşır, arsızlaşır. Azıcık kaşlarınızı çatsanız altını ıslatır.
Çok defa isyan etmişimdir. Bir heykeltıraş olmak için üniversite giriş sınavı yetmiyor ülkemizde. Ayrıca bir de “Sanatçı ruhu var mı bu kişide?” diyerek mülakat yapılıyor. İyi de yapılıyor.
Ama yumuşacık insan kalbi ile meşgul olmak isteyen kişilerde neden “duyarlılık” sınavı yapılmaz, puanını her tutturan eğitim fakültesine gider, anlamış değilim.
Umarım Millî Eğitim Bakanlığı, ortaya koyacağı yeni eğitim modelinde, şekle önem verdiği kadar çocuk kalbine de önem veren bir sistemi hayata geçirir.
Yorumlar
Yorum Yap!
Bu mektup okuldan mı, tımarhaneden mi?
Günümüz çocuklarının şiddete en çok maruz kaldığı yer, ev ve okulu oluyor.
Onların evde uğradığı şiddet genellikle şefkatten kaynaklanıyor.
Anne BABAların, çocuklarının yanlış yapacakları kaygısı ile başvurdukları ilk yöntem maalesef “şiddet” oluyor.
Şiddet derken akla hemen “dayak” gelmesin. Zira, pedagojik olarak bakıldığında, psikolojik ve duygusal şiddet, fiziksel şiddetten çok da farklı değildir.
Bir annenin, ödevlerini yapmayan çocuğunu “Senden de, senin derslerinin peşinde koşmaktan da bıktım!” diye aşağılaması, çocuğun dayak yemesi kadar onur kırıcıdır.
Yetişkin tarafından böylesi aşağılanmaya maruz kalan çocuğun kalbinin atışını dinleseniz, yaşamınızda bir daha asla bir çocuğu incitmezsiniz.
Aşağılama, insan onurunun kaldırabileceği bir yük değildir. O yüzdendir ki çocuklar dayak yediği zaman ağlar, ama aşağılanan çocuk ağlamaz. Sıkar kendini. İşittiği sözlerin acısını duymamak için duyarsızlaştırır kendini. Kimi zaman “yılışıklığa” verir. Kimi zaman önemsemiyormuş gibi davranır… Ama aşağılanan bir çocuk, içinde koca bir ağırlıkla güne öylece devam eder. Ya da uzanır yatağına, öylece uyuyakalır.
Günümüz evlerinin birçoğu, çocukların sığındıkları bir liman olmanın aksine, çocukların zarara uğramamak için savaş verdiği bir alana dönmüş durumda.
Çocuk sadece evde mi zarara uğratılıyor? Keşke o kadarla kalınsa. Ama ya okullar?
Önceki gün, geceleri kâbusla uyanan ve son zamanlarda da altını ıslatmaya başlayan 8 yaşındaki bir kız çocuğu ile görüşme yapıyorduk.
Sordum: “Gece nasıl bir rüya gördüğünü hatırlıyor musun?”
Cevap, ne kadar masumca ve ne kadar berrak: “Ben ödevimi yapmam lazım ya… Yapamazsam öğretmenim sinirleniyor ya… Ben bazenleri rüyamda unutuyorum ödevimi yapmayı. O zaman korkuyorum öğretmenim bana kızacak diye. O zaman ağlıyorum. Ama uyanınca rüya olduğunu anlıyorum. Ama yine de ağlamak geliyor içimden, susamıyorum.”
Sizi bilmem ama ben böylesi konuşmalardan sonra oldukça garip bir acı duyuyorum ruhumda.
Evet, ben bir profesyonelim ve duyduklarımı hissetmemem gerekir belki. Ama insan olmanın gereği belki de. Böylesi aşağılanan bir çocuğun konuşmasını dinlerken gözlerine ve masum yüzüne bakıyorum. Bakıyorum ve içim çok acıyor.
Bilmem dikkatinizi çekti mi? Aksiyon’un geçen haftaki sayısında Murat Tokay imzalı bir haber vardı. Haberde ilkokul 7. sınıf öğrencisi bir çocuğun yetkililere kendi el yazısı ile yazdığı mektup şöyle başlıyordu: “Ben sınıfımı değiştirmek istiyorum. Çünkü 7/C sınıfında hep şiddet görüyorum. Sabahları okula endişe içinde geliyorum. Kendi kendime, dayak yiyecek miyim, yemeyecek miyim, diye… Şiddet görmekten bıktım, her yerde şiddet görüyorum, evde, okulda, sokakta... Artık ben de rahatça okula gelmek istiyorum. Ne olur Allah aşkına bana yardım edin.”
Eğitim böyle bir şey değil.
Tımarhaneden kurtulmak isteyen bir hastanın feryat figan yazdığı mektup gibi yetkililere mektup yazılan kurumlar değildir eğitim kurumları.
Daha minicik elleri ile kalem tutmayı yeni yeni öğrenmeye çalışan çocukların üzerine kara bir dev gibi gelip oturmak ve onu yaşamdan soğutmak değildir eğitim denilen şey.
Öğretmenlik ki hele böyle bir şey hiç değildir.
Üniversite giriş sınavında başka bir bölüm seçemeyince “Neyse, hiç olmazsa öğretmen olalım” denilerek yapılacak bir meslek hiç değildir.
Eğitim bir gönül işidir.
Duyarlılık işidir.
Meşgul olduğunuz şey taş değil ki. Çocuğun bizzat kendisi. Sınıf içinde azarlasanız, duyarsızlaşır, arsızlaşır. Azıcık kaşlarınızı çatsanız altını ıslatır.
Çok defa isyan etmişimdir. Bir heykeltıraş olmak için üniversite giriş sınavı yetmiyor ülkemizde. Ayrıca bir de “Sanatçı ruhu var mı bu kişide?” diyerek mülakat yapılıyor. İyi de yapılıyor.
Ama yumuşacık insan kalbi ile meşgul olmak isteyen kişilerde neden “duyarlılık” sınavı yapılmaz, puanını her tutturan eğitim fakültesine gider, anlamış değilim.
Umarım Millî Eğitim Bakanlığı, ortaya koyacağı yeni eğitim modelinde, şekle önem verdiği kadar çocuk kalbine de önem veren bir sistemi hayata geçirir.