Çocuklarının çok sinirli olduğundan şikâyet eden bir anne baba ile karşılaştım. Dokuz yaşında genç bir delikanlı.
Annesi, “Hocam efeliği de kabadayılığı da bize. Evde kardeşine karşı acımasız. Dışarıda tam tersi, pısırık. Kaç defa dayak yemiş halde geldi okuldan ağlayarak, sayısını ben unuttum.”
Babası, “Dışarıda kendini bu kadar savunamadığı için gittim karateye yazdırdım. Orada da sorun çıkarttı. Hocasının gösterdiği teknikleri yapamadığı için ağladı, ‘Ben gitmeyeceğim artık’ diye tutturdu.”
Annesi ilave etti, “Sadece karatede değil, bir işi başaramadığı zaman hemen ağlıyor, sinirleniyor. Eşim sağ olsun çocukları ile çok ilgilenir. Ailecek oyunlar oynarız akşam vakitleri. Oyunda yenileceğini anlayınca, birden sinirlenir, ya kızar bağırır ya da oyunu bozar. Bir yerlerde hata yaptık ama nerede bilemiyorum.”
Dinledim anne babayı, ilgisiz bir anne baba değildi bu kişiler. Sorunun kökenine erişebilmek için, genç delikanlı ile de konuşmalıydım, davet ettim içeri.
Baktım, gayet terbiyeli bir çocuk gibi görünüyordu aslında. Birçok anne babanın özeneceği, “akıllı uslu” bir çocuk yani. Biraz sohbet ettik. Sıkılgan bir yapısı vardı belli. Konuşmayı da sevmiyordu. Hal dili ile “bir an önce bitse de gitsek” der gibiydi.
Biraz anne babasından bahsettik. Onları çok seviyordu. Hele annesini o kadar seviyordu ki, o olmadan yaşayamayacağını söyledi. Durdum birden… Ne demek istediğini sordum.
Anladım ki, annesi duygusal olarak o kadar yakındı ki kendisine, bir şeye ihtiyacı olduğunu daha o söylemeden hissedebiliyordu. İçeri girerlerken ben de fark etmiştim, çocuğun montunu annesi çıkartmış askıya asmıştı.
Sordum, ayakkabı bağlamasını bilmiyordu bu çocuk henüz, annesi bağlıyordu hâlâ. Montunun fermuarını çekmesini beceremediği için de annesi giydiriyordu montunu da.
Çocuk dışarı çıktığında anne babayı davet ettim…
Anneye sordum, “Oğlunuzu çok mu seviyorsunuz?”
“Çok seviyorum. Biz sevgisiz bir ortamda yetiştik. 5 yaşındayken annem vefat etti. Üvey anne yanında büyüdüm. Ne babamdan, ne de anneliğimden sevgi aldım. Yaşadıklarımı çocuğuma yaşatmamak için elimden geleni yapıyorum. Ömrüm oldukça da onun üzülmesini istemiyorum.”
Aslında bu anne çocuğunu değil, çocukluğundaki kendisini yetiştiriyordu da farkında değildi. Çocuğu mutlu oldukça, mutlu olan kendi içindeki çocukluğu idi. Çocukluğunda yarım kalan duygularını, çocuğu ile aşırı bağlanarak gideriyordu, ne acı…
Aslında ortada çocuk yoktu, yaşanmamış çocukluk vardı ve acısını çocuğunun üzerinde onaran bir annenin yeteneksiz bıraktığı bir başka çocuk…
Bu aşırı ilgi, çocuğun gelişimini aksatmıştı. Çocuk, kendi yaşının gereklerini yapamıyor olmanın sinirini yaşıyordu aslında.
Hâlbuki çocuk yetiştirmenin özü, çocuğa “kendi eserini ortaya çıkartmasına izin vermektir.”
Bu, çocuğun “varoluş iznidir.”
Dört yaşındaki bir çocuğun uğraşa uğraşa montunun fermuarını çekmeye çalışması, bir varoluş çabasıdır. Boyama kitabını acemi acemi de olsa kendi başına boyaması, annesinin de onu “müdahale etmeden sükûnet ile seyretmesi”, bir varoluş iznidir aslında.
Ve varoluşuna izin verilmiş çocuklardır yaşamda güçlü olanlar.
Çocuk bir iş yapacağı sırada, anne babası çocuktan önce o işi yapmak için adım atıyorsa, bir süre sonra çocukta bir sinirlilik hali oluşur. Bu, kendi eserini ortaya çıkartamamanın öfkesidir. Beceriksizliği kabullenememe öfkesi… Böylesi anne babalar, çocuklarına iyilik ettiklerini zannetseler de, aslında çocuklarını engelli hale getirirler de farkında değildirler.
Parmakları olmayan bir çocuğun montunun fermuarını çekememesi ile çocuğunun her işini yapan bir anne babanın, çocuğunu, fermuarını çekemez hale getirmesi arasında, çocuğun yaşadığı psikolojik zorluk açısından bir fark yoktur.
Yazarın 10 Mart 2015 tarihli yazısıdır.